13 Mart 2012 Salı

KİR ROMANI ÜZERİNE BASINDA YAZILANLAR

SABAH KİTAP EKİ 09.03.2012
http://www.sabah.com.tr/Kitap/2012/03/09/postmodern-bir-otekiler-oykusu


Postmodern bir 'ötekiler' öyküsü
Sisin, anlatıcı olarak karşımıza çıktığı, bir mağazanın vitrininde boğazı kesilmiş bir cesetle başlayan Kir romanını, TURGUT BARAN değerlendirdi

Kirin en çok nesinden rahatsız olursunuz? Yapışkanlığından mı? Temizleseniz dahi bir türlü tam çıkmayan ardında bıraktığı leke izinden mi? Yoksa kokusundan görüntüsüne dek yalnızca fiziksel değil ruhsal olarak da sizi rahatsız etmesinden mi? Şimdi kir'i alın ve bu özellikleri çağrıştıran başka varlıklar ya da durumlarla yer değiştirtin. Yoksul mahalleler ve yoksul insanların görmemezliğe geldiğimiz görüntüleri ve varlıkları, yoksulluk kokusunu çağrıştıran apartman boşlukları, çevirdikleri dolaplar ve işledikleri günahlarla insanın ruhuna rahatsızlık veren yönetenler ya da geçmişimizde saklı günahlarımız ve pişmanlıklarımızın bir türlü çıkmayan izi, bizi terk etmeyen yapışkanlığı... Tarkan Barlas, Kir adlı romanında önce 'kir'i; "Kendimizde ya da çevremizde görmeye dayanamadığımız şey ya da kişi," diyerek tanımlıyor, ardından da ister istemez kirle içli dışlı yaşamak zorunda kalan İstanbul şehrinden bir öykü anlatıyor. Barlas'ın gerçek üstü bir anlatımla seyreden, ancak kendi dil oyunlarıyla farklılaşan bir tarzı var. Üstelik görsel yönü de kuvvetli bir anlatım bu. İster istemez gözünüzün önünde çizgi roman kareleri beliriyor, öykü akışkan bir yapıda birbiri ardına gelen görsel kareler eşliğinde ilerliyor. Akışkan sözcüğünü boşuna kullanmadım, çünkü bu hikayede en yoğun hissettiğiniz, bu akışkanlık hissi... Canlı ya da cansız varlıkların yumuşak bir akışkanlıkla birbirinin içine akması, formların yer değiştirmesi...

ANİDEN DOĞAN ROMANTİZM
Bilmece gibi konuşmayı kesip, hikayeyi anlatmaya koyuluyorum. Roman sıra dışı bir anlatıcıyla başlıyor; İstanbul'un sisiyle... Sis dile geliyor ve İstanbul'un üzerine çöktüğü bir günü anlatmaya başlıyor. Hikaye ilerledikçe sis kahramanların arasında dolaşıyor, bazen bizzat içlerine giriyor, hikayeyi dışarıdan kendi gözüyle anlatmaya ara verip, bu kez olayları karakterlerin kendi sesleri ve kendi düşünceleriyle anlatmasını sağlıyor, sonra yeniden kendi 'akışkan' formuyla şehirdeki yolculuğuna devam ediyor. Bu tuhaf hikaye bir alışveriş merkezinin vitrininde, boğazı kesilmiş bir ceset bulunmasıyla başlıyor. O sırada orada olan üç karakterin yolları ise daha sonra yeniden kesişiyor. Sorumlu olduğu bir reçel markası için sürekli olarak satış stratejileri düşünmekten bıkıp, kendi organizasyon şirketini kurduktan sonra şehrin yerel yöneticileri arasında yeni dostluklar kurarak, hızla yükselmeye başlayan, beyaz yakalı Sadık... Yüzünün güzelliğine rağmen, geniş kalçası nedeniyle kendisini güvensiz hisseden, kırsal kökenli, kocasının ölümünün ardından tek oğlunu yalnız başına büyütmek zorunda kalan, geçici işlerde çalışan yoksul semtli Zeynep... Ve şehirde sürekli meydana gelen, esrarengiz biçimde aniden yıkılan binaların, sokakta ölü bulunan çöpçülerin, boğazı kesik cesedin ardındaki sırların peşine düşen Komiser Hazım... Üçünün bir diğer özelliği de kirden kaçmaları, kurtulmak istemeleri... Sadık için kir somut olarak sokaklardan paçalarına, yediği yemekten üstüne başına, iletişim kurduğu insanlardan kendisine bulaşıyor, o da sürekli duş alma ihtiyacı hissediyor. Zeynep içinse kir yoksul apartmanlardan yükselen her türlü koku olabiliyor. Bu arada Sadık tuhaf bir şekilde kesik boyunlu cesedi şehrin farklı yerlerinde canlı görmeye ve onu takip etmeye başlıyor. Bu noktadan sonra hikayenin gerçek üstü formu da giderek artıyor. Öte yandan her birinin kendi geçmişinde de sırlar yatan tüm bu karakterlerin bir gün yolları kesişiyor. Babasının ani ölümünün ardından kendisine kalan mirasla istediği bir daire satın alan Zeynep'le, aynı apartmana taşınan titizlik hastası Barış'ın arasında aniden doğan romantizm, Hazım'ın peşinde olduğu şüphelilerin arasına karışmalarıyla bambaşka bir boyut kazanıyor. Öte yandan şehrin
görünmeyen, yerinin altında bambaşka bir dünya akıyor. Görülmek istenmeyen ya da geçmişlerde saklı duran her türlü kir yer altında birikiyor. Tarkan Barlas'ın romanında, her ne kadar gerçek üstü bir formatta aksa da özünde düz bir şekilde ilerleyen bir öykü yer alıyor. Sadık, Zeynep ve Hazım'ın hikayesi... Ancak bir noktadan sonra bu karakterlerin geçmişlerinde yatan olayların ortaya çıkmasıyla devreye başkalarının da hikayeleri giriyor ve şehirde yaşanan tuhaflıkların ardında yatan sırlar da açıklanıyor.

ARKA PLANDA SİYASİ YAPI
Öte yandan dil oyunları ya da farklı, büyülü bir anlatım tekniğiyle yetinmiyor Barlas, bir noktadan sonra karakterlerine bir romanda olduklarını hissettirerek ve yazarın kimliğini de sorgulatarak post modern roman sanatının belli başlı özelliklerini de sergiliyor. Üç ana karakterini birbirlerinin vücutlarında yer değiştirerek kimlik kavramı üzerinde bir sorgulamaya girişiyor; fiziksel beden değişiminin karakterler üzerinde yarattığı bakış ve bilinç farklarını arıyor, kişiyi 'öteki'nin bedenine sokarak en yakından anlamasını sağlıyor. Böylece herkes en çok 'öteki'nden korkarken, hiç beklemedikleri bir yüzleşme yaşıyorlar. Ve hikayenin sonunda her türlü kire karşı hassas yaşayan Sadık dahi kendi kirleriyle barışıp, birlikte yaşamaktan yüksünmemeye, hatta zevk almaya başlıyor. Barlas'ın romanında yalnızca bunlar yok. Günümüzün hızla değişen sosyo-kültürel ve ekonomik yapısının bireyler üzerinde yarattığı yabancılaştırma etkisini anlatmakla kalmıyor, arka planda siyasi yapıya karşı da eleştirel bir bakış sağlıyor.

AKŞAM KİTAP EKİ – 9.3.2012
http://www.aksam.com.tr/yitirilmis-bahceler--103576h.html

Yitirilmiş bahçeler

Tarkan Barlas'ın romanında anlatılan kir, hepimizin kiri ama ama sorulması gereken bir soru da var: Küçük bahçelerimizi yitirdikten sonra, oyun alanı kalmamış insanlığımızın sentetik bahçelerde kök salıp, bir umudu olabilir mi?
Nalan Barbarosoğlu
Bir travma var... Kentli insan travması... Kentli olsun, olmasın kentte yaşayan herkeste başka başka da olsa bu travmanın etkileri gizli ya da açık şiddet biçiminde ortaya çıkıyor. Süreğen, engellenemeyen bir taciz, aktif ya da pasif şiddet  altında kentliler. Bunun nedeni, kentlerin evrimiyle insanların evrimi koşut gitmediğinden de olabilir, fiziksel değişimin çok hızlı, ruhsal değişimin yavaş yavaş gerçekleşmesinden de. 
Tarkan Barlas'ın yeni romanı Kir, bu noktadan doğuyor: Kentsel dönüşümle, insani değişimin çatışmasından,kentlerin tarihiyle insanların tarihinde birikenlerin örtüşmesinden. Bireysel, toplumsal, siyasal boyutlarıyla ele alınan konu, romanın belli başı kişilerinden Sadık, Zeynep ve Hazım arasında doğan gerilimden, bir kambur gibi taşıdıkları geçmişlerinden enerjisini alarak dallanıp budaklanıyor, önümüze kendimizi de içinde bulduğumuz bir büyük hikaye çıkıyor.

BİR ARADA OLMA GÜÇLÜĞÜ
Tarkan Barlas'ın öykü kitabı 'Huzursuz Ruhlar'da 'Kir'in atmosferini ve içeriğini hazırlayan 'Gece Yarısı Ekspresi' öyküsünün kaygısıyla ilgili bir soruyu yazar, 'Henüz kentli olma aşamasına geçememiş, günlük yaşantısında pek öyle estetik kaygı taşımayan insanlarla, rafine zevklere düşkün, güzel bir şehirde yaşama hasreti çeken insanların bir arada olma güçlüğü' diye yanıtlamıştı, yaptığım söyleşide. Bu insanlar arasındaki bir arada olma güçlüğü, 'Kir'de katmanlaşıyor ve kentle insanın iç içeliği sorgulanıyor; insanın kente verdiği zararla, kentin insana verdiği zarar, adeta birbiriyle yarışan boyutta örülüyor.
Günlerini temizlik takıntısının huzursuzluğunda yaşayan Sadık, kendini kenti güzelleştirmeye ve semt insanlarının huzuruna adamış bir portre çizer romanın başlarında. Kocasını kaybetmiş, küçük oğlu Ozan'la yaşayan Zeynep için gelecek daha iyi bir iş sahibi olmak, daha iyi bir evde oturmaktan ibaret gibidir. Komiser Hazım ise işleyen zembereğin dişlilerinde sorun çıkartanları ve çıkartacak gibi görünenleri yola getirmek için canını dişine takarak çalışmaktadır.
Bambaşka çevrelerde soluk alıp veren bu üç kişinin ortak yanı, yaşadıkları kent ve amaçlarını gerçekleştirmek için her şeyi göze alan ısrarcı karakterleridir. En zengininden en yoksuluna herkesin ayakta kalma ve artan nüfusladaralan yüzölçümünü koruma mücadelesi verdiği kentte üçü de birbirinden çok farklı amaçlarını gerçekleştirmek için çıktıkları yolda karşılaşırlar ve giderek birbirlerinin neden ve sonucuna dönüşürler.

Baş karakter: Büyük kent
'Kir'in başkarakteri kent olunca, insanlar bir yandan ister istemez bir figürana, diğer yandan okur da dahil gelişmenin (?), yol almanın (?), ilerlemenin (?), olanların ve olmayanların / olamayanların ayrılmaz parçasına dönüşüyor. Öyle ki, roman kişilerinin birbirinin yerini alması bile akışta bir fark yaratamıyor. Her an maktulken katil, güçlüyken güçsüz, güzelken çirkin, iş sahibiyken işsiz olma potansiyelinin çok yüksek olduğu bir sistemde çok kolaylıkla ben, birden senolabiliyor.            (Tıpkı yaşadığımız hayat gibi.)
Kesilen ağaçlardan açılan parklara, alışveriş merkezlerinin sentetik ve şaşalı atmosferinden daracık bakkalların rutubet kokusuna, yıkılan binalardan ya da yakılan ahşap evlerden kent siluetine küfür ederek yükselen gökdelenlere, karayel gibi esemeyen rüzgarlardan kuruyan manolyolara, kapaksız bir lögara düşüp hayatını kaybeden çocuktan başına üşüşmüş korkularını elindeki oyuncak robotla kovmaya çalışan çocuğa, açlıktan işlenen cinayetlerden gösteriş olsun diye işlenen cinayetlere, saçmalığımıza ve ağır ciddiyetimize ya da şuursuzluğumuza ve en masum hallerimize dair bir roman okuyoruz Kir'in cümleleriyle yol alırken. Sanki anne - babamızın elinden tutmuş lunaparka gidiyoruz... Sonra da bu lunaparkta bizi beklediğini sandığımız eğlence, bastığımız zemini altımızdan çekiyor ve tüm kaygı ve korkularımızla boşlukta kalakalıyoruz. 
Fısıldanan vaatler, kanatlı bir peri kızının yerinde duramayan, elipsler çize çize dolaşan yıldızıyla yok olmuş olabilir mi?.. Hadi canım... Vallahi inanmam! Burası bizim oyun alanımızdı... Elimize verilen boya kalemleriyle serbest ve özgürdük... Sayfanın ortasına çizdiğimiz kocaman güneşin altında bacası tüten evler, yemyeşil yaprakların arasında kıpkırmızı elmalarıyla toprağa sarkan ağaçlar çiziyorduk... Ağacın altında arkadaşlarımıza top atıyorduk... Çizdiğimiz resimler sınıf panosuna asılıyor, birbirimize yakın olduğumuzu hissediyorduk. Yoksa o hadame mi topladıo resimleri sınıf panosundan?.. Okul koridorlarında yorgun ve bitkin ittiği paspasıylaresimlemizi mi deçekti aldı kirden ağırlaşmış paspas püsküllerinin içine? Resimlerimiz... Hayata başlarken dilimiz dışarda, canla başla  çizdiğimiz resimleri biri bozuyor ama kim? Tarkan Barlas'ın alt anlamı zengin bir dil kurarak metni de katmanlaştıran biçemi, konunun derinliğini ve hayatın her alanına bulaşıcılığını elle tutulur hale getiriyor. Evet, anlatılan kir, hepimizin kiri ama sorulması gereken bir soru da var: Küçük bahçelerimizi yitirdikten sonra, oyun alanı kalmamış insanlığımızın sentetik bahçelerde kök salıp büyütebileceği bir umudu olabilir mi?



(Kitaptan; bir alışveriş merkezi) 
'Çok uzaktaki vitrinler bile seçilebiliyordu. Tam ortada, tıpkı gerçek gibi görünen bahçede ışıktan yaratılmış kelebekler uçuşuyordu. Bahçenin yanından geçerken kendisini hiç de kırk yaşında hissetmedi. Çocukluğunda saklambaç oynadığı bahçenin aynısıydı. Hiç bozulmuyordu üstelik. Yürüdükçe cıvıl cıvıl kafeden yayılan kahve kokusu kumaş kokularına,yeni sezonu müjdeleyen deri kokusu parfümlere karışıyor, dev bir masaj salonu etkisi yaratıyordu. Orada sonsuza dek kalmak, mermer döşeli koridorlarda, ayağının gireceği hiçbir çukur, üzerine sıçrayacak hiçbir çamur olmaksızın dolaşmak, saati durdurmak istedi. Her şey dışarıda kalmış, sis bile kapıdaki güvenliğe takılmIştı. Tüm mekana hakim bir köşede piyano ve gitar çalan müzisyenlerin, kimseye ters gelmeyeceklerine dair sözleşme imzalamış notaları havada uysal uysal uçuşuyor, insanlara yaklaşıp omuzlara konuyorlar, elden bile yiyorlardı.' (s. 3 - 4)
Kir
Tarkan Barlas  Everest Yayınları
 200 sayfa

RADİKAL KİTAP EKİ – 02/03/2012
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetayV3&ArticleID=1080529&CategoryID=40&Rdkref=6

İstanbul sokaklarının kiri

Birgün kalabalık bir alışveriş merkezinin dükkânlarından birinin vitrininde boğazı kesilmiş bir ceset görülür. Hareketsiz mankenlerin arasında durduğu için ilk bakışta fark edilmeyen ceset panik yaratır...









Latince deyimleri aralara sıkıştıran yazarlara tepkili davranan okurları -umarım- kızdırmadan bir edebiyat tekniğini anlatarak başlayacağım. Gerçeküstü edebiyat akımının sıklıkla kullandığı non sequitur diye adlandırılan bir teknik vardır; dilimize ‘takip etmeyen’ ya da ‘devamsızlık’ şeklinde çevirebileceğimiz bu deyim, okuru şaşırtarak komik etki yaratmayı amaçlar. Olaylar tam bir yönde doğru akacak sanırken başka bir yöne giderek şaşırtır okuru. 
Bu hafta okuduğum Tarkan Barlas’ın ‘Kir’ romanı da non sequitur tekniğiyle şaşırtmadan besleniyor. Non sequitur ile birlikte yine gerçeküstü edebiyatın öğelerinden biri olan resmetme tekniğini kullanıyor. Romanı anlatmaya başlamadan önce sanırım gerçeküstü edebiyatın bu özelliklerine anlatmak gerekir. Bunun için belki Salvador Dali’nin “Belleğin Azmi” (“Eriyen Saatler” adıyla da bilinir) tablosunu gözümüzün önüne getirerek örnek oluşturmak görsel olarak da yardımcı olabilir. 

Belleğin azmi 
Salvador Dali “Belleğin Azmi” tablosunda eriyen cep saatleri figürünü kullanır. Bu tabloyla sanatçının zamanın göreceliğini, katı evren anlayışımızın kırılışlarını simgelediği düşünülür. Ayrıca Dali, gördüğü bir rüyadan yola çıkarak bu resmi yaptığını, zamanın uykudayken akışının kontrol edilmez oluşundan etkilendiğini dile getirmiştir. “Akan zaman” mecazi anlamından yoksun bırakılmış, akar hale getirilmiştir. 
Tarkan Barlas ‘Kir’ adlı yeni romanında benzer bir anlatı tekniği kullanmış. Mecazi ya da ikinci anlamıyla kullandığı deyimi bir sonraki cümlede düz anlamıyla kullanarak gerçeküstü etki yaratmış. Örneğin, “(d)ehşet verici haberin ayrıntıları hâlâ birinci sayfadan giriyordu. Baktı uzun uzun. Vitrindeki adamın öldüğünü, savcının ölüm raporu yazdığını, cesedin adli tıbba sevk edildiğini görene dek baktı. Kapandı gazete, höpürdedi kahve.” Bir haberin birinci sayfadan girmesi deyimini kullanarak, sanki bir kapıdan girip çıkan insanlar gibi haberlerin gazete sayfasına girip çıktığı bir resim yaratıyor okurun zihninde. Sayfaya girip çıkan haberleri okumuyor kahraman, bakıyor sadece. Haberlerini akıllı tabletlerden okuyan bizler için kelimenin tam anlamıyla haberler girip çıkıyor görüş alanımıza. Gerçek bir gazete sayfasında bunu düşünmeye yatkın olmamıza rağmen, uyarıcı bir etkisi oluyor bu tür imgelerin. Romanın aynı bölümünde yine benzer bir şekilde kullanıyor dili: “Oturdu masaya; olan bitenler de onunla birlikte oturdu. Mekânı kutsayan filtre kahve kokusunu derin derin çekti içine. Öyle çekti ki, havadaki tüm koku bitti. Öteki masalar dönüp kınayan gözlerle baktılar. Kafasındaki paslı görüntüler kahve filtresinden geçiyor, en arınmış halleriyle beyaz fincana doluyorlardı.” Burada da “tüm kokuyu içine çekti” düz anlamıyla ele alınıp, dışarda hiç koku bırakmadı anlamına kadar götürülüyor. 
‘Kir’ gerçeküstü tekniklerden yararlanarak yazılmış bir roman fakat gerçeküstü roman sınıflandırmasına girdiğini söylemek zor çünkü altta gerçek olay örgüsü yatıyor. Romanın konusu şöyle: Birgün kalabalık bir alışveriş merkezinin dükkânlarından birinin vitrininde boğazı kesilmiş bir cesedin durduğu fark edilir. Hareketsiz mankenlerin arasında durduğu için ilk bakışta fark edilmeyen ceset anlaşıldığında panik yaratır. Alışveriş merkezindeki bu anı paylaşan insanlar romanın karakterleri olarak belirmeye başlarlar. Kadın, erkek, çocuk birçok kişi bu dehşet olaydan çok etkilenirler. Her biri aynı anı farklı açılardan anlatmaya başlarlar. Anlatıcılar, Orhan Pamuk’un ‘Benim Adım Kırmızı’ romanında olduğu gibi sadece kişilerden oluşmaz, aynı zamanda bir çocuğun oyuncağı da o gün yaşadıklarını dile getirir. Anlatıcı karakterlerden biri de İstanbul’un sisli havasıdır. 

Kapkalın bir sis 
Sadık ve Zeynep’in yolları da ilk kez o gün alışveriş merkezinde kesişir fakat bunun farkına varmazlar. Daha sonra ikisi farklı nedenlerle yeni eve taşınır ve burada komşu olur, tanışırlar. Zeynep aile yaraları taşıyan, bir oğlu olan dul bir genç kadındır. Sadık ise romanın ancak sonlarında öğreneceğimiz büyük bir trajediyle sarsılmış, hayata tutunmaya çalışan biridir. Kaybettiği değerli varlığı için suçladıklarından intikam almak peşinde olduğunu da yine romanın sonlarına doğru anlarız. Bu iki yaralı insan, adeta birbirlerini bulmuş, yeni bir başlangıç yapacak gücü birbirlerinde aramaya başlamışlardır. Fakat olayların ucunda kolay çözümler görünmez. 
Roman ilginç bir cümleyle başlar: “Hatırlayanlar olacaktır; İstanbul’un üzerine bir sis çökmüştü. Kapkalın bir sis. Bendim o. Aniden kaplamadım ortalığı. Yavaş yavaş indim. İnsanlar uzağı görmez oluncaya, hatta bakmaz oluncaya kadar... Uzun süre de kalkmadım. O kadar ki, artık uzağa bakmak istenen bir şey olmaktan çıktı.” 
Romanın başlarında sis, tanrı-anlatıcı, her şeyi bilen üst anlatıcı olarak beliriyor. Birinci tekil şahıs kullansa da kendisinden çok sisin içinde yaşayanları anlatıyor. Sonraki bölümlerde içe çekilen kahve kokusu gibi sis de karakterlerin içine girmeye, akıllarından geçenleri okumaya ve dolayısıyla içine girdiği kişinin anlatısına devam ediyor. Süzülüp binaların içine giren, her nefes alış ile insanların içini dolduran bir karakter olarak var oluyor sis. Benzer şekilde bir gözyaşı damlası düştüğü masanın üzerinden etrafında olanları anlatırken yavaş yavaş buharlaşıp tekrar karakterlerin içine girmeye başlıyor. 
‘Kir’, Tarkan Barlas’ın ikinci romanı. Romanı ilginç kılan, anlatısındaki değişik dil oyunları fakat aynı zamanda bu dil oyunları o denli tekrarlanmış ki, bir zaman sonra gereksiz süslemeler olarak görünmeye başlıyor. Her koku, her görüntü, her kir benzer şekillerde ele alınıyor ve bu yinelemeler konudan koparıyor okuru. Bu anlatıyı tür olarak biraz demode bulduğumu söylemeliyim. Sonunda her şeyin üst-kurgu bağlantısıyla bitirilmesi de bir nebze sıradanlaştırıyor, aslında sıradışı başlayan anlatıyı. Sonuçta ‘Kir’ hoş bir öykü anlatıyor. Romanın temelinde yatan aşk öyküsü, intikam duygusu, çocuk sahibi olanların bir noktadan sonra bir tek kişi olarak algılanır olması, hepsi hoş okunuyor. Siyasi bir duruşu ve günümüze eleştirel bakışı ayrı zevk veriyor. Roman bu temel üzerinde dursaydı daha yakın durabilirdi okura. 

KİR 
Tarkan Barlas 
Everest Yayınları 
2012, 202 sayfa, 12.5 TL.

28 Şubat 2012 Salı




Kir: Kendimizde ya da çevremizde görmeye dayanamadığmız şey ya da kişi.
Yabancı, kirdir ve daima azdır. Çoksan temizsindir.
Yavaşlık kirdir. Hızlı tüket, hızlı âşık ol, hızlı öl.
Başarısızlık kirdir. Aptal mısın, temiz misin?
Sen biraz ben misin? İşte bütün mesele bu.

Beyaz yakalı Sadık, kırsal kökenli Zeynep ve Komiser Hazım’ın İstanbul’da kesişen hayatları, sıra dışı bir cinayetin, zor bir aşkın ve yıkılan binaların arasında şekilleniyor. Sadık, her gün her şeyin değiştiği, mesleklerin bile hızla tüketildiği bir ortamda yolunu bulmaya, geçmişinden arınmaya çalışırken, öldüğünden emin olduğu bir adamı sağda solda görüp peşinden koşuyor. Tek çocuğuyla şehirde tutunmaya çalışan Zeynep’in tek isteğiyse, daha iyi bir eve, daha iyi bir İstanbul’a, daha iyi bir bedene taşınmak. Komiser Hazım, suçu ve suçluları ararken, iyiyle kötüyü ayırma telaşında. Herkesin ötekine benzemekten korktuğu bir dünyada, üçü de geçmişteki sırlarıyla ve korkularıyla yüzleşmek pahasına yollarına devam ediyorlar.
Hatırlayanlar olacaktır; İstanbul’un üzerine bir sis çökmüştü. Kapkalın bir sis. Bendim o. Aniden kaplamadım ortalığı. Yavaş yavaş indim. İnsanlar uzağı görmez oluncaya, hatta bakmaz oluncaya kadar... Uzun süre de kalkmadım. O kadar ki, artık uzağa bakmak istenen bir şey olmaktan çıktı.”


13 Şubat 2012 Pazartesi

KİR

Mart ayında yeni romanım Kir, kitapçılarda ve internet satış sitelerinde olacak. Heyecanla bekliyorum. Kapak tasarımını ve tanıtım yazısını Mart başında paylaşacağım.